Bordeaux Saint Jean istasyonundan atlıyoruz trene. Biletler 9,5€. Yolculuk tamı tamına 36 dakika. Süre dolduğu anda tren istasyonunun önündeki Saint Emilion tabelası önünde turist pozu veriyoruz. Aslında bu hareket için oldukça erken; çünkü “hoşgeldik” diyebilmek için hafif yokuşlu ve güneşli bir yoldan yukarı doğru 15 dakika kadar yürümemiz lazım!.. Bağlara baka baka çıkıyoruz; eh, biraz sıcak ama çok da zor olmuyor..
Saint Emilion Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde olan, Fransa’nın en eski şehir merkezlerinden (Old Town) birine sahip. Elbette en çok şarap bağları ile ünlü. Daha şehrin girişinde bu eski ruhu, şarabın anavatanı iddiasını hissediyor insan..
Geldiğimiz gün şehirde Caz Festivali var; yine şanslıyız!.. Şehre hoparlörlerden o sıradaki konserin yayını veriliyor.. Bir yandan kulak kabartıp bir yandan da küçük dükkanlara ilgi göstermeye başlıyoruz. Birçok şarap ve hediyelik eşya dükkanı var. Son derece turistik bir yerde olduğunuzu sonuna kadar hissettiriyor ama yine de keyifli.. Şarapla ilgili envayi çeşit aksesuar, üzerinde mantar, şişe etiketi, şarap şişesi basılmış sayısız yastık, peşete, önlük, havlu….aklınıza ne gelirse ev için çok sayıda tekstil ürünü var..
Şarap konseptli ev aksesuarı görmeye çok alışkın olduğumdan bunlardan etkilenmiyorum ama hemen şarap kasasından kesilmiş esprisindeki ahşap kartpostallardan iki tane ediniyorum. Bunlar eve dönüşte kadehlerin altına servis olarak kullanılacak!..
Bakına bakına sevimli sokaklardan tepeye ulaşıyoruz. İlk vardığıız meydanda (Place des Creneaux) Turizm Ofisi var. Buradan harita, bilgi almak, çevredeki bağlara tur organize etmek mümkün.. Heme ofisin yanındaki Chez Germain’in meydandaki masalarına kurulup soğuk birşeyler içiyoruz.
Arada bir kalkıp hemen ilerideki manzara terasından şehrin çatılarına bakıyoruz. Şehrin mimari yapısında çatıları bir arada görmek oldukça keyifli; o eski ruhu çok güzel hissettiriyor. Hatta bunu farklı farklı açılardan tekrarlamak lazım..
Bu serin molanın ardından öncelikle belirlediğim rotada adının başında “tertre” yazan iri, yamuk yumuk taşlı, tümsekli, çukurlu sokaklara öncelik tanıyoruz. Bu sokakların taşları öyle kaygan ki kimisinde ortadaki demire tutunarak yardım almadan yürümek sirkte cambazlık denemek gibi!.. neyse ki vukuatsız geziyoruz bu sokakları.
Tertre de la Tente, Tertre des Vaillants, Tertre de la Cadene, Tertre de la Port SaintMartini… Bunlrdan en çok Tertre de la Cadene’yi seviyorum. Üzerinde küçük dükkanlar da bulunan bu sokağın en alakadar olduğumuz dükkanı da yine notlarım arasında yer alan Moulierac Mathieu oluyor. Burası şehrin en iyi makaron ve Canele dükkanı olarak nam salmış. Canele Bordeaux yazımda da bahsettiğim yumuşak hamurlu, aromalı bir tatlı..Bu dükkandakiler Bordeaux’da gördüklerimden daha tombul ve kesinlikle daha lezzetli.. Makarona gelince o renkli renkli formundan farklı olarak Saint-Emilion’da makaron aslında bizim acı badem kurabiyesi diyebileceğimiz bir form ve tada daha yakın.. Araştırmalarım bu iki tatlının Pazar öğleden sonraları şarabın yanında tüketildiğini söylüyordu bana.. Aslında şehrin en ünlü tatlısı bu ama ben o kadar etkilenmediğim için hediyelik eşya dükkanlarında bile bulunan bu makarondan almayı tercih etmiyorum..
Bu güzel dükkandaki tadım ve alışverişimizi bitirdikten sonra yine ara sokaklarda kayboluyor, dükkanları, kavları, restoranları keşfediyoruz..
Bu arada gezdikçe şehir farklı açılardan güzel fotoğraflar vermeye devam ediyor. Arada şarap üreticilerinin, tadım yapılan restoran/kav mekanlarının avlularına girip Roma döneminden mimari kalıntılar gözlemliyoruz.. Şehirde antik dönemden kalma yerlatı şehri turu ya da “Chateau”larda tur yapmak da mümkün ama Temmuz ortası bunun için doğru zaman gibi görünmüyor..
Bu dönemde en güzeli şehrin biraz havasını koklayıp uzun uzun molalar verdikten sonra tekrar Bordeaux’ya dönmek.. Zaten bu kadarı da yeterli oluyor.. Gerçekten çok sevimli, turistik bir kasaba ve bol bol şarap var.. Tüm bunlar için de yarım gün kadar bir süre buralarda olmak yeterli olacaktır.. En azından bizim için öyle..
Caz festivali kapsamında tepedeki kaleden yükselen melodilerin peşine takılıp yine tepelere doğru yöneliyoruz.. Boş sokaklarda dans edip, kendimize evler beğeniyor, her sevimli kapının fotoğrafını çekiyoruz. Bu eğlencenin sonunda işte yine bir başka açıdan çatı manzarası daha.. Bu kez kadraja az sonra önündeki meydana gideceğimiz Eglise Monolithe kilisesi de giriyor..
Sokaklarda yeterince vakit geçirdiğimize kanaat getirdikten sonra Place Egilse Monolithe’e iniyoruz. Ağaçlıklı meydanın çevresi yine dükkanlar ve kafe/bistrolarla çevrili.. Tam ortasında ağaçların altında bir mekana oturuyoruz. Amelia Canta. Menüden burada üretilen şaraplardan ve birkaç atıştırmalık seçip keyifle meydanı izlemeye başlıyoruz. Masadan kuruyemiş çalan hırsız serçeler, aşağıdaki dükkanlara girip çıkann turistler, kaleden meydana ulaşan caz, güzel şarap, burada turist olmanın keyfi…herşey çok güzel.. Uzun süre bu masadan kalkmıyoruz. İnsan şöyle düşünüyor; “Ya tamam, çok turistik, dekor gibi falan ama ne güzel vakit geçirdik işte.. İnsan buralara kadar gelmişken burayı da mutlaka görmeli..”
Hesabı ödedikten sonra herşey yokuş aşağı.. Tekrar aynı dükkanların önünden geçerek istasyon yönünde yürüyoruz. Burada kalan turistler bu saatlerde restoranlara doğru akşam yemeği için hareketlenmeye başlamışlar bile. Biz de kalsa mıydık burada diye düşünüyorum ama kendimi böyle bir hayale kaptıramıyorum bile.. Bu kadarı yeterli..
Gelirken önünde arabaların durup kasalarla şarap aldığını gördüğümüz Chateau La Gaffeliere’nin satış dükkanına biz de uğrayıp yükümüzü ağırlaştırdıktan sonra ilerlemeye devam.. Bildiğin yol daha kısa gelir; istasyona çabucak ulaştık. Keşke tren biletini gidiş-dönüş alsaydık. İstasyonda ne gişe ne de bilet makiesi var. Bizden başka herkes biletli.. Kısa bir panikten sonra tren geliyor; biner binmez bilet görevlisinin yanında alıyorum soluğu. İki bilet istiyorum, gülümseyerek hemen kesiveriyor.. Bir oh çekip atıyoruz kendimizi karşılıklı cam kenarına.. Yol boyu kimselerin pek sevmediği ama benim çook sevdiğim Russell Crowe ve Marion Cotillard’ın oynadığı “İyi Bir Yıl” filmini düşünüyorum.. Ben de biz yazı bir “Chateau’da geçirmek istiyorum..
Pencereden yeşiller, bağlar akıyor..akıyor.. Bordeaux’ya varıyoruz..