Benim Brüksel’de kalabalıktan kaçmak, sükunetin hazzını yaşamak, günün yorgunluğunu hafızasında taşıyan beynime format atmak için gizli bir cennetim var: Au Lion d’Or.. Hikayesi de şöyle;
Gün boyu şehrin bilumum ücra köşesini tavaf edip yeterince yorulduktan sonra akşamüstü programı için St.Gery’ye geliyoruz. Dr. Vinyl’de plak bakılacak, sonra bu çevrenin derinliklerine dalınıp yürüyecek hal kalmayınca da meydandaki mekanlardan birinde oturma konumuna geçilecek…
İki kişi girdiğimiz plakçıdan sokakları keşfetmenin daha cazip gelmesi sonucu beş dakika sonra tek başıma ayrılıyorum.. Dışarı çıkıp derin bir nefes, karşımdaki duvar karikatürünün bir fotosu, sola doğru gitmeye karar vererek atılan ilk adım… Bu üçlemenin hemen ardından Lion d’Or u görüyorum. Tam da plakçının yanında, kırmızı tuğladan kemerli girişi görünce kapıdaki kültürel ve tarihi değerini anlatan tabelayı okumaya bile zaman tanımadan burası da neymiş merakıyla içeri dalıveriyorum..
Kapıdan içeri girince beni aynı kırmızı tuğlaların devamı ile çevrelenmiş sakin bir avlu karşılıyor. Birkaç ağaç, kuş sesleri, bir köşede oturmuş kitap okuyan biri; başka bir köşede de kendi halinde karakalem resim çalışan bir başkası. Görüntü o kadar filmatik ki çaktırmadan etrafı kolaçan edip bir film setinin ortasında mıyım diye de kontrol ediyorum hemen. Çekim yok, durum kontrol altında; demek ki burası kendiliğinden böyle gerçeküstü.diyerek iyice keyifleniyorum.
Biraz dikkatli bakınca kitap okuyanın boşuna o köşedeki duvarın üzerinde oturmadığını farkediyorum, orada birşey var!.. Usulca yaklaşıp rahatsız da etmemeye çalışarak duvarın ötesine bakıyorum. İki bina arasında küçücük bir su kanalı bu, binanın altına doğru biraz daha devam ediyor. Hoş olan, içinde nilüferler ve kocaman altın renkli balıklar var.. Bu açıkçası burada bulmayı umduğum birşey değil, şaşırıyorum..Bu sakin avluyu önemli kılan bu kanal parçası olmalı…
Avlunun bir diğer köşesinde ağaç altında oturup dikkatle inceliyorum yapıyı, fikir yürütmeye çalışıyorum burası ne olabilir diye.. Aslında bana Amsterdam’daki sakin avlu Begijnhof’u anımsatıyor burası..
Bir süre dinlendikten sonra bir diğer kemerli geçidi aşarak arka avluya geçiyorum; bu tarafta daha normal bir yaşam var, ev olarak kullanılıyor gibi bir hava var.. Su kanalının diğer ucunu takip etmeye çalışıyorum ama giriş kapalı.. tekrar huzurlu, masalsı ön avluya geçiyorum. Galiba buradan hemen çıkmak istemiyorum, keşke benim de yanımda kitap olsaydı da şurada oturup saatlerce okusaydım. ya da ne bileyim, iş yerim yakınlarda olup da öğlen sandviçimi yemek için buraya gelseydim.. diye düşüncelerle biraz daha oyalanıp başka keşiflere doğru buradan ayrılıyorum.
İçerideki huzura kendimi fazla mı kaptırdım ne, çıkarken de o tabelayı es geçerek hülyalı hülyalı yürüyerek St Gery Meydanı’nı aşıyor, Rue Dansaert’i geçip arka sokaklara doğru kayboluyorum.. Nasılsa bir fırsat olur yine uğrarım desem de o fırsat bir daha hiç denk gelmiyor; hakkında hiçbir şey öğrenemeden dönüyorum geriye..
Bu yazıyı yazmadan önce iyice öğrenmek için ne kadar uğraşsam da hiçbir kaynaktan doğru düzgün birşey öğrenemiyor ayrıca Lion d’Or yazınca Google’ın sadece otel sonuçları vermesine de sinir oluyorum..
Tek öğrenebildiğim ki o da çok dolaylı bir yoldan- bu avluya girerek ortaçağdan kalma La Senne su kanalının bir parçası ile tanışmış olduğum…
Amacını, tarihçesini hakkıyla anlatamasam da adresi veriyorum ki olur da oralara yol düşer, es geçilmesin, içeri girip bakılsın, dinlenilsin, huzur seansı yapılsın…
Adres mi? O kolay, St Gery Meyda’nındaki Halles de St.Gery’nin etrafında 360 derecelik bir tur atınca kırmızı tuğla giriş hemen göze çarpıyor!..