Paris her zaman iyi fikir.. Her günü güzel.. Her günü -ayrı- güzel.. Renkli.. İnsanın içini yaşam enerjisi ile dolduran bu şehirden çok güzel bir gün var bugün Gezici Günlük’te..
Gün müzede başlıyor
Louvre Müzesi girişindeyiz. Meşhur piramit girişin önünde inanılmaz uzun bir kuyruk var. Henüz sabahın dokuzu ama kuyruk şimdiden uzun.. Peki bizim bu kuyrukla alakamız var mı? Elbette hayır!.. Biz müze giriş biletlerimizi bir gün önce Champs Elysees‘deki Virgin mağazasından aldık. Bir gün önceden alınan bu biletler, bize ikisi de birbirinden beter gişe ve giriş kuruğunda beklemeden Passage Richelieu‘den müzenin içine direkt ayrıcalıklı giriş imkanı sağlayacak.
Aynen biletin vadettiği gibi oluyor; sarayın heybetli ve zarif Richelieu kapısından kibar bir karşılama ile içeri alınıyoruz. An itibarı ile Louvre’dayız. Bu müzeye ikinci gelişimiz. İlki yıllar önce ve -utanarak söylüyorum- sadece “evet, geldik, gördük” şeklinde hızlı ve özensizdi. Oysa bugün müzenin hakkını vermek üzere buradayız. Biraz dersime çalıştım, hangi salonlara ağırlık vereceğiz, nereleri atlayabiliriz önceden planladım. Bugün buraya ayrılmış olsa da bu müzeyi bir gün içinde gezmek olanaksız olduğundan maalesef ilgi alanlarına göre sitesini inceleyerek bir ön planlama yapmak şart.İnternet sitesinde bu planlama için tüm detaylar var.. Yine tecrübelerime dayanarak biliyorum ki ilk olarak Mona Lisa‘yı görmeye gitmezsek daha sonra dev bir kalabalığın arkasında uzaktan bakmak zorunda kalacağız.. Çünkü ne yazık ki diğer eserlere bakmadan -hatta Mona Lisa’ya bile bakmadan- sadece fotoğrafını çekmek isteyen çok insan var!..
Bu kez sakin bir şekilde Mona Lisa’yı izledikten sonra planladığımız diğer salonları sırasıyla gezmeye başlıyoruz. Yeri gelmişken bir ipucu vermek gerekirse bu müzeyi gezenlerin Piramit girişini, Perrault Revağı‘nın görkemli sütunlarını, Zemindeki Ortaçağ Hendekleri‘ni ve dışarıda bahçelerin başladığı noktada kemerli kapı girişi Arc de Triomphe du Carousel‘i görmesi önerilir. Ayrıca müzenin tek şaheserinin Mona Lisa olmadığı, Milo Venüsü ve heybetli Marly Atları‘nın da ilgiyi hakettiği söylenir.. Sonuna kadar katılarak müze içindeki gezimize yeri geldikçe bu noktaları da ekleyerek gezmeye devam ediyoruz.
Cafe Marly’de kahve
İlk yorgunluk alametleri ile kahve molasının zamanı olduğunu anlıyoruz. Molamız Cafe Marly‘nin Louvre’un bahçesine bakan terasında. Şehrin gözdelerinden Cafe Marly, Hotel Costes grubunun şık işletmelerinden biri. Aslında daha çok balkon diyebileceğimiz bu bölümde oturup kahve ve bir taneyi bölüşmek üzere Tarte Tatin sipariş ediyoruz. Kahve keyfimiz Louvre’un avlusunu dolduran yüzlerce insanın renkli görüntüsü ve elbette Piramit manzaralı..
Bu keyifli dakikalara güneş de eşlik edince aslında tüm gün böyle oturabilirim ama vakit yine sanata konsantre olma vaktidir diyerek kaldığımız yerden yine müzeyi gezmeye devam ediyoruz.
Müze içinde zaman zaman tabloların karşısında şövalesini kurmuş bakarak tabloyu çalışan ressamlara rastlıyoruz. Bunlar yönetimden izin alarak çalışan resimseverler. En çok onları kıskanıyorum. Bu şehirde yaşıyorlar ve imkanlardan sonsuz faydalanabiliyorlar.. Ben de burada çalışabilmek isterdim..
Yine birçok salondan geçiyor, bir çok eserle büyüleniyoruz..
Köprüde yemek
Öğle yemeği için plan biraz farklı. Ne şık bir bistro, ne bir fast food dükkanı, doğruca Louvre içindeki McDonalds’a gidiyoruz. Biraz sıra, biraz kargaşa derken 10 dakika sonra elimizde kesekağıtları sarayın arka kapısından çıkıp Pont des Arts‘a doğru yöneliyoruz.
Aylardan Mart, güneş tam tepede, sıcacık.. Öğle vakti, herkes molada, etraf cıvıl cıvıl, Pont des Art keyifli.. Hemen ortadaki banklarda iki kişilik yer kapıyoruz. Köprüde meşhur kilitler, arabalarında bebekler, aşağıda nehir kıyısında koşanlar, uyuklayanlar.. Sağımda akordeonla az sonra Amelié başlayacakmış gibi melodiler çalan adam, solumda kocaman köpükten balonlar yapan adam.. E tabi yanımda da sevdiğim adam : ) Daha keyifli bir yemek molası düşünemiyorum ben.. Elimde bir Fransız bageti sandviç olsa belki daha doğru bir tercih olabilirdi, kabul ediyorum ama en hızlı ve en kolay olanı seçip vakti iyi değerlendirmek zorundaydık..
Bu güzel mola bitince müzede en sevdiğim bölümde sıra: Empresyonist ressamlar.. Birçok resmi Orsay Müzesi‘nde, başka şehirlerdeki farklı müzelerde görsem de bu ressamların fazladan görebildiğim tek bir eseri bile beni çok duygulandırdığından bende her zaman yeri ayrıdır.. Louvre’da da birçok özel Manet, Monet, Renoir..vs gördükten ve artık yorgunluktan bittikten sonra Louvre ziyaretini müzenin dükkanından aldığımız bir kitapla kapatıyoruz.
Angelina ile randevu
Buraya kadar çok keyifli geçen günü keyifle sürdürmeye niyetliyiz. İstikamet Angelina (Rue de Rivoli, 226). Paris deyince olmazsa olmaz adreslerden biri Angelina benim için. İlk Paris ziyaretimden beri her seferinde mutlaka uğranır ve o enfes sıcak çikolatası içilir.. Bu gün de minik bir bekleme sırasını atlattıktan sonra zarif salona buyur ediliyoruz.
Sıcak çikolata, tatlılar, makaronlar, sandviçler, herşey harika Angelina’da. Stanbdart olarak sıcak çikolatadan şaşmıyorum. Çok beğenilip ayrılması zor olursa diye şişelenmiş olarak da hazırlamışlar bu müthiş lezzeti.. Tabi bunu kahve ile kıyaslamamak içilebilen bir tatlı olarak düşünmek lazım; tadı o derece yoğun yani..
Yine bir fincanı keyifle içiyorum, tadı tam da hatırladığım gibi..
Bu moladan sonra ilk duraktan Metro’ya atlayıp otele dönüyoruz. Akşam için hızlı bir tazelenme ve hazırlık.. Biraz şık olmalıyız bu akşam..
Opera’daki zarafet
Kapıların açılmasına 10 dakika kala Opera Garnier’in gişesindeyiz. Biletlerimizi yine daha önceden internet üzerinden aldığımız için gişeden sadece onları onaylatıyoruz. Paris Operası biletlerin aylar öncesinden tükendiği en kıymet verilen operalardan biri. Artık büyük prodüksiyonlar için daha çok Bastille’deki modern opera binası kullanılsa da bazı eserler ve özellikle konserler için hala Opera Garnier’de gösteriler düzenleniyor.
Bizim tercih ettiğimiz gece Opera Bastille’de Aida Operası var, burada ise bir koro konseri. Belki Aida Operası çok daha cazip ama bu efsanevi opera binasını görmek uğruna tercihimizi konserden yana kullanıyoruz. Operadaki Hayalet’e konu olan bu görkemli opera binası bence şehirdeki “mutlaka görülecekler listesi”ne eklenmeli.. Dışı pastayı andıran binanın içi de bir o kadar görkemli ve görülesi.. Kubbe tavan resmi Marc Chagall’ın eseri..
Paris Ulusal Opera ve Balesi’nin programı internet sitesinden takip edilip birkaç ay önceden son derece uygun fiyatlı temsil biletleri alınabilir. Hatta bazı ücretsiz konser ve etkinlikler için de buradan rezervasyon yaptırılabilir.
Giittiğim opera ve konserlerde en sevdiğim şey verilen aralarda bardan bir içecek alıp fuayede vakit geçirmek.. İşte o zaman şehrin yerlisini keyifle gözlemleme fırsatı buluyorum. Tüm gün sokaklarında dolaşsam da farkedemeyeceğim öyle çok detay oluyor ki, insanları buralarda daha iyi tanıyorum..
Konser bitiminde şöyle düşünüyorum: Konser pek güzel değildi ama Opera Garnier şahaneydi!..
Turistik akşam yemeği
Operadan sonra bir ilki gerçekleştirmek var planda: Şehrin en turistik akşam yemeği yenecek, hem de ilk kez!.. Paris’e gidenlere hep sorulan soru: Antrikot’a gittin mi? Evet, biz de artık bu soruya “gittim” diyebileceğiz!..
Le Relais de l’Entrecote, bilinen kısa ismiyle l’Entrecote’ün Paris’teki üç şubesi içinden sevdiğimiz bölge St.Germain’dekini (Rue Saint-Benoit, 20) tercih edip metro ile hemen ulaşıveriyoruz. En popüler olanı Champs Elysees köşesindeki (Rue Marbeuf, 15) şube herkesin ilk tercihi olduğuna ve bizim de rezervasyonumuz olmadığına göre Saint Germain daha mantıklı görünüyor. Zaten saat 22:00 hemen hemen, yani ilk servis ile masaya oturanlar kalkmıştır, ikinci hatta üçüncü servis olarak yer bulabiliriz.
Bu tüyo aslında tüm popüler Paris restoranları için geçerli, eğer rezervasyon yoksa ve bir restoran mutlaka denenmek isteniyorsa çoğu zaman kalkan bir masaya ikinci servis olarak oturulabilir. Rezervasyon yaptırmayı hiç sevmeyen biri olarak tecrübe ile sabittir!..
Aynen düşündüğümüz gibi oluyor ve hala kalabalık olan restoranda kalkan birinin yerine kuruluveriyoruz. Alışıldığı üzere menü gelmiyor, sadece içeceklerimiz ve eti hangi derecede pişmiş tercih ettiğimiz soruluyor.
Önce salatalarımız geliyor ardından da etlerimiz. Yanında bol patates kızartması.. Beklediğimden çok daha lezzetli buluyorum bu yemeği, iyi ki gelmişiz.. Minik önlüklü garson bayanlar vızır vızır çalışıyor, birinci parça eti bitene hemen ikinci parça sıcak sıcak servis ediliyor; ardından yine taze kızarmış patates.. Buraya da sırf Türkler geliyor diye zaman zaman dalga geçilse de bence burası ününü hakediyor. Gayet lezzetli ve keyifli bir yemek..
Yemeğin sonunda gecenin tek menüsü bırakılıyor masaya: Tatlı menüsü.. Buradan profiterol ve kahve seçip şahane yemeği taçlandırıyoruz. Yemeğin sonunda verdiğimiz parayı helal ederek memnun ayrılırken bir gün yine geliriz diye konuşuyoruz aramızda..
Gece turu
Geç yenen bu yemeğin ardından bir yürüyüş şart oluyor. Gündüzü ayrı gecesi ayrı güzel Saint Germain sokaklarında galeri vitrinlerine bakarak yürüyoruz. İlginçtir, Paris’te en sevdiğim şeylerden biri gece mağaza ve sanat galerisi vitrinlerine bakmaktır benim. Saint Germain galerileri ve Avenue Montaigne butikleri… Daha rahat inceliyor, odaklanabiliyorum demek ki.. Birkaç güzel sokaktan geçip her vitrinin önünde oyalandıktan sonra kıyıya varıyoruz. Şimdi gündüz yemek molası verdiğimiz Pont des Arts’dan bir kez daha geçeceğiz.
Bu kez güneş yerine parlayan ay.. Köprü yine cıvıl cıvıl. Güzel havanın da etkisiyle birçoğu turist onlarca genç insan gruplar haline yere oturmuş, içiyor, sohbet ediyor, konuşup eğleniyor. Bir iki kişide gitar var; yani köprü yine müzikli ve neşeli.. Gece bu ortamda karşıya geçmekten öyle keyif alıyorum ki ağır çekim bir filmin içindeyim sanki..
Gün Le Fumoir’da biter..
Bu kadar dolu, bu kadar güzel hatta kusursuz bir gün çok sevilen bir yerde bitmeli: Le Fumoir. Yine Louvre yakınında Rue l’Amiral Coligny, 6 numara. Tam bir şehir barı.. Arka tarafta şık bir yemek salonu, önde seçkin bir kalabalığı önünde toplayan uzun bir bar. Paris iyi ki İstanbul gibi değil; bir mekan bir süre popüler olup sonra kapanmıyor. İyi yerler uzun yıllar aynı şekilde hizmete devam edebiliyor ve biz de çok sevdiğimiz Le Fumoir gibi bir mekana her zaman gelebiliyoruz.
Aslında barda takılıp kokteyl içmeyi sevdiğimiz mekanda yorgunluğun da etkisiyle bu kez cam kenarında rahat koltuklarda cafe-cognac keyfi yapıyoruz..İyi ki de cam kenarındayız. Bugün günlerden Cuma. Şehirde her Cuma 22:00’de başlayan geleneksel bir bisiklet, paten, kaykay turu var. O kadar çok kişi katılıyor ki uçsuz bucaksız bir geçit oluşuyor. Biz de saat geç olmasına rağmen bu turun patenliler kısmını Le Fumoir’in önünde yakalıyoruz. Hemen kapı önüne çıkıp ışıklı patenlerin, ıslık seslerinin geçişini izliyoruz..
İşte böylece bu harika gün, hemen barın ilerisinde saat birde yakalanan son metro ile otel yolunda bitiyor..
…
Son seyahatimden değil, geçmişte yapılan başka bir Paris seyahatinden 7. günü anlattım bugün size.. Paris’e kaç kez gittim saymıyorum, toplam kaç günüm geçmiştir sokaklarında, bilmiyorum. Orada geçirdiğim hiç bir günü bir diğeri ile asla kıyaslamıyorum. Hepsi birbirinden değerli benim için.. Ama şu anlattığım gün ne zaman aklıma gelse “One Fine Day” derim içimden.. Ve sanki sınırlı vakti olup da güzel bir Paris günü yaşamak isteyecek herkeste aynı etkiyi bırakır gibi geliyor bana. O yüzden işte o güzel günü anlattım size..