İçimdeki Yolculuk, uzun yıllar önce okuduğum ve oyuncu Shirley McLaine’in kendi içsel yolculuğunu anlatan bir kitabın adıydı.. İsmini çok sevmiştim..
Puglia ise benim yolculuğum.. Bu seyahati birkaç yıl boyunca hayal ettim.. Sonunda yola çıktığımda bu aynı zamanda benim kendime yaptığım bir yolculuk gibiydi.. O yüzden bu seyahati anlatacağım yazı sanırım seyahat notlarından öte daha çok anı yazısı tadında olacak.. Ama yine de bu blogun devamlı okuyucuları eminim ki, içinden kendi Puglia seyahatleri için gerekli ipuçlarını çıkaracak..
Puglia yazılır…
“Pulya” diye de okunur, samimiyet diye de.. Bu İtalya’ya yaptığım ilk seyahat değil ama ilk kez bu kadar güneye iniyorum. Alıştığım, bildiğim İtalya’dan başka olacağının farkındayım daha yola çıkmadan önce.. Bu yolculuktan şahane bir mimari, şık İtalyanlar, “tatlı hayat” beklemiyorum. Bu seyahatten instagramın “fenomen” karelerinde yer almayan sade sokaklar, sıcak, hatta konuşurken hararetli insanlar, tam anlayamayacağım bir İtalyanca ve güzel yemek; çok çok güzel yemek bekliyorum.. Elbette biraz da berrak denizler, bakir plajlar olursa sevinirim!.. Kalbim mi temiz, beklentim mi kararında bilemem ama ne beklediysem hepsini bulduğum için çok mutluyum!
Merhaba Bari, Merhaba Puglia…
İstanbul’dan 2 saat süren bir uçak yolculuğundan sonra Bari’ye iniyoruz. Ne güzel, uçak yolculuğu bile tam sevdiğim gibi kısa!. Pasaport memurlarının her İtalya’ya geldiğimizde hiç soru sormadan direkt giriş damgasını basmasına bayılıyorum!. Valizleri aldıktan sonra şehir merkezine gitmek için üç farklı alternatif var. 5€’ya 14 dakikada tren, yine 5€’ya 20dk.da Tempesta Shuttle ve 16 no.lu belediye otobüsü.. Biz gözümüze Shuttle otobüsü kestirmişken onu beklemek yerine hemen kalkan belediye otobüsü bulunca 1,5€ harcayarak 45 dakika sonra merkez istasyon Bari Centrale’de oluyoruz. Aslında bu bölgeye yapılacak bir yaz ziyaretinde Bari’yi es geçip uçaktan iner inmez başka bir kasabaya ya da şehire de geçilebilirdi ama biz daha önce bu şehre gelmedik; burayı da görelim, kısaca tanışalım istedik..
Yol üzerindeki Tim’den İtalya’da hep kullandığım TIM kartı alıp iletişim sorununu da halleder halletmez sadece birkaç sokak ötedeki dairemize ulaşıyoruz. İnsan valizlerden kurtulmadan, rahatlayamıyor, nereye geldiğini tam olarak anlayamıyor bazen.. Hiç oyalanmadan ve sıcak dinlemeden atıyoruz kendimizi sokağa.. On adım sonra Bari’nin araç trafiğine kapalı alışveriş caddesi Via Sparano di Bari’deyiz.
Ağaç gölgesi düşmüş sokakta hoş bir insan cıvıltısı, tatlı bir hareketlilik var. Bakınarak, anlamaya, fikir sahibi olamaya çalışarak yürüyoruz ama bir yandan da ikimiz de aynı şeyi düşünüyoruz. Bazı şehirler insanı alışverişe teşvik eder. Bari de öyle.. Bunun markalarla,lüksle falan da ilgisi yok ayrıca.. Sadece ruhu buna gayet elverişli.. Via Sparano ile Corso Cavour arasındaki kalan tüm sokaklar alışverişi işaret ediyor.. ancak biz daha yeni geldik, durun bakalım.. “Eski Bari”yi deli gibi merak ediyoruz, oraya gidelim!
Bütün heybeti ile kiremit renkli opera binası Teatro Petruzelli’yi gördükten sonra kemerli kapılardan geçerek girdiğimiz Bari Citta Vecchia, şehrin modern kısmından ne kadar da farklı!.. Beyaz, labirent gibi sokaklar, küçük evler.. Asıl ilginç olan evlerdeki hayatlar. Neredeyse her ev normal ev değil dükkan gibi. Ne demek istiyorum? Direkt sokakla aynı seviyede eşiksiz kapılarla girilen bir, bilemedin iki odalı yerler.. Kapılarında perde, içeride bangırtısı duyulan televizyonlar var. Kapının önünde bir iki sandalye, evin sakinleri püfür püfür sokakta oturuyorlar!. İnsan meraklanıp tül aralığındam içlerini görmeye çalışıyor evlerin. Ortada bir masa, kenarda mutfak tezgahı ile daha çok sayfiye yerlerindeki apart pansiyonlar gibiler.. Hep mi öyle, bize mi denk geldi bilemiyorum sokaklar boyu küçük İtalyan bayrakları. Evlerin pek çiçeği süsü yok, bu bayraklar süslemiş sokakları.. Evlerin süsü yok ama samimiyeti var gerçekten..
Kimsecikleri rahatsız etmeden, yüzlerine kaçamak kaçamak bakarak, yürüyoruz rastgele; evlere, insanlara, buradaki hayata seyirci oluyoruz. Mimari üzerinde yoğunlaşan şaşkın gözlere alışkınlar ama yabancı turiste galiba çok fazla değil.. Bir kadın evinin önünde mısır unundan yapılma Sgogliozza kızartıyor. İşte ev burada olmuş tam dükkan:) Tatmıyoruz, sadece bakıyoruz.. Burası defterime not aldığım Maria’nın yeri mi acaba?.. Bari Katedrali San Sabino’yu, San Nicola Bazilikası’nı, Svevo Kalesi’ni, Piazza Mercantile’yi ve Piazza Ferrarese’yi de bu arada görmüş oluyoruz.. Planımız katedralin olduğu meydanda bir kahve molası vermekti ama kafamızdaki “meydan” ortamını bulamayınca biraz daha dolaşıp ansızın defterdeki notlardan bir başkasının kapısının önünde buluyoruz kendimizi: Panificio Fiore. Basit -hatta- oldukça salaş bu eski fırında şehrin en güzel “focaccia”sı yapılıyormuş.. Madem karşımıza çıktı bir dilim tadılacak!. Sonuç: elbette efsane. Bu adamların hamur üzerinde kurdukları egemenliğe hastayım.. Hep çok lezzet!.
Eski merkezi akşam yemeğinde tekrar ziyaret etmek üzere geride bırakıp tekrar modern kısıma, Murat’a dönüyoruz. Şaşırmayın, mağazaların olduğu mahallenin adı resmen Murat!. Eh, tarihte Osmanlılar’ın buralarda bir hayli dolaştığı konusundan tam şu an bahsetmek lazım. Anlaşılan buralarda baya estirmişiz!.. Semtin havalısı Veronero’yu boş görünce en dolu yeri seçip gelip geçeni izleyelim diyerek Cafe Murad’ı seçiyoruz. Tam aperitivo saati.. Bu masalarda oturup aperitivo yapanların 500 metre ötedeki diğer mahallede yaşayanlardan ne kadar farklı olduğunu düşünerek Aperollerimizden birer fırt çekiyoruz..
İşin güzel yanı aperitivodan kalktıktan sonra bile sokakları hareketli, dükkanları açık bulmak. Siesta sağolsun; 8’e hatta 9’a kadar açıklar!..
Mağazalar kapanmaya başlarken yavaş yavaş yemek zamanı da geliyor. Önce yine tarihi sokaklara uğrayıp kadınların evlerinin önünde taze makarna orecchiette (küçük kulakçık) yapıp sattıkları sokağı geziyor, sonra da defterimdeki 4 adresi kenara bırakıp Michelin önerisi Osteria delle Travi “il Buco”ya yöneliyoruz. Karşımızda bulduğumuz yer tam da burada aradığımız ruhta bir yer. Salaş masaları ile tam bir “cantina” Amca bizi bir masaya alırken İtalyanca bilip bilmediğimizi hafiften yokluyor.. Baktı cevap alabiliyor, bir daha gece boyu hep İtalyanca.. Anlasam daa anlamasam da!. :))
Masamıza yaydığı kağıt, getirdiği yarım litre şarap, o yemek öncesi büfeden seçtiğimiz antipastiler, tipik Bari lezzetleri… herşeyi ile o kadar yerel ve keyifli ki.. iyi ki burayı seçtik, iyi ki!..
Gece böyle bitmiyor elbette. İstasyonun arka tarafında işaretlediğim barlara gitmeye halimiz yok ama Citta Vecchia’da bir tur daha atıp geceleri hareketli olduğu söylenen meydanları bir kez daha göreceğiz.. Eski şehrin içindeki Panificio Dirello’da kuyruk var; panzerotti bekliyor insanlar. Milano’dan tanıyıp sevdiğimiz içi dolgulu kızarmış hamur panzerotto’nun ana vatanı asıl buralar.. Keşke midemizde yer olsa da biz de şu kuyruğa girip denesek!..
Yok, bizde yer yok. Biraz sonra Piazza Mercantile ‘ye gidip meşhur Martinucci’de nefis dondurmalara bakıp onlara bile yer bulamayacak, sadece bir fincan kahvesi ile yetineceğiz. Sonra Piazza Ferrarese’den geçip eve doğru yürürken içimizden “güzel şehir” diyeceğiz… Merak etmeyin, o dondurmayı affetmeyiz; yarın gece Polignano’dan dönüşte deneyeceğiz!.
Birinci günü böyle geçen şehirde ertesi gün öğlene kadar biraz daha zamanımız var.. Erkenden Baccio di Latte’de nefis bir İtalyan kahvaltısı yapıyoruz. Cappuccino ve brioche ile.. Burası aynı Milano’daki Bianco Latte havasında; lezzet de çok iyi..
Lungo Mare’de yürüyüp balıkçıların arasında dolaştıktan sonra biraz alışveriş vakti. Birimiz tüm aradıklarını New Record adlı plak dükkanında buluyor. Ben ise her İtalya seyahatinde mutlaka uğranan Alcott ve Kiko’ya girip çıktıktan sonra bir konsept dükkanda Pumo Puglisese’nin oda kokuları ile tanışıyorum. Buradan itibaren Puglia boyunca hep göreceğim şans getiren “Porta Fortuna”ları da böylece keşfetmiş oluyorum.. Hem kokular hem de dekoratif obje olarak görüntüleri muhteşem!..
Bir diğer adres de eski şehrin içindeki seramik dükkanı. İçerde üzerinde horoz deseni olan klasik Puglia işi el yapımı seramikler var. Bütün tabaklara ve seramik karaflara bayılmamıza rağmen uzun seyhata boyunca taşımayı göze alabileceğimiz tek şey en klasik desenle boyanmış kocaman bir kayık tabak ama keşke bütün seramikleri kucaklayıp göürebilsem!..
Vakit hızlı ilerliyor; yeni açılan havalı kahve dükkanı D’Amoia’yı ,İstasyon arkasında kalan meşhur Portoghese Pastanesi’ni ve bakkaldan bozma kahveci Torrefazione Caffe Oriental’i ziyaret etmeye vakit yok!. Daha doğrusu var ama o zaman Monopoli’ye gidemeyiz. Deniz mi?Kahve mi? Her ikisinin de başarmanın bir yolu olmalı. Var!. İki sokak ötedeki bir zamanların efsane pastanesi Stoppani var!.
Şimdilerde iyice köhneleşmiş, gümüş servislerini, logolu tabaklarını satışa çıkarmış pastanenin bir köşesinde hala ayaküstü bir kahve içme şansı, zarif kağıt peçetesini not defterinin arasına sıkıştırma şansı var. Uğrayıp hemen birer kahveyi duvarlardaki harika eski fotoğraflara bakarak yuvarlayıp Monopoli trenine doğru istasyona koşuyoruz o halde!..
Arabalı değil Trenli Puglia…
Öyle çok insandan duyduk ki oralara arabasız gidilmez, trenler doğru düzgün çalışmıyor, her yere gitmiyor, araba şart diye, işte bizde böyle şeyler ters tepiyor.. İyice araştırıp püf noktaları bulunca hayır efendim, elbette tren kullanıyoruz. Fiat 500’ler yollarda yakalayıp fotoğrafını çekmek içindir; asıl İtalya her şekilde trendir!..
Bölgede İtalya’nın resmi tren ağı Trenitalia diğer bölgelere göre daha kısıtlı bir hizmet sunuyor ama bölgenin kendi farklı demiryolu şirketleri var. Onlar da değişik şehirlere değişik rotalardan gidiyor. Mesela o yerel ağlar Pazarları çalışmıyor.. Bazı saatlerde tren değil, otobüs ile hizmet veriyor.. Bunları bilince bana göre hiç sorun yok. Tüm seyahati ufak tefek nazarlık kusurlar dışında gayet olaysız ve olabildiğince başarılı atlatıyoruz..
Tatlı Monopoli
Bari’de kalsaydık plaj için en yakın alternatif olan Pane e Pomodoro’yu deneyecektik ama birkaç kare fotoğrafını gördüğüm Monopoli daha ağır bastı tabi.. Kitap dükkanlarında sırf Puglia plajlarını anlatan muhteşem kitaplar var. Daha doğrusu Puglia’nın muhteşem plajları var. Çoğu bakir, üzerinde tesis olmayan, doğa harikası yerler.. İnsan sırf bir yaz tatilini bunları tek tek gezmek üzerine bile planlayabilir ama bu öyle bir seyahat değil.. Yine de göreceklerimiz, yüzeceğimiz yerler bize yetecek..
Bari’den Trenitalia trenleri gün boyu gidiyor Monopoli’ye; yolculuk da 40 dakika kadar sürüyor.. İstasyondaki makinelerden 3.20€’ya birer bilet alıp ilk tren ile Monopoli’ye varıyoruz. İstasyondan merkeze giden otobüs var ama yokuş aşağı kaptırsak 15 dakika ya sürer, ya sürmez.. Sürmüyor da.. Telefonumdaki haritada işaretlediğim noktaları kontrol ederek limanın arkasından ara sokaklara dalıyorz.
Karnımız çok aç, buraya gelir liman kasabasına yakışır bir balık keyfi yaparız diye Bari’de yemedik tabi.. O yüzden yemek hedefimize doğru uça uça gidiyoruz.. gideceğiz ama ben yolda öyle bir seramik atölyesine takılıyorum ki yola devam etmeme imkan yok!.
Giu in Lab. İki sanatçının açtığı bu küçük atölyede öncelikle Ricotta peynirinin kalıbından ilham alınarak yapılmış fincanlara, kaselere takılıyoruz ama asıl balıkları görünce bayılıyoruz. Seramik hamurundan şekillenen renk renk balıklar o kadar güzel ki.. Ne yazık ki Puglia’da pek çok yerde olduğu gibi kredi kartı geçmediği için bütün rafları boşaltamıyorum ama mor bir balık bizimle eve kadar dönmeyi başarıyor..
Beyaz ağırlıklı Monopoli sokakları, Bari’nin aksine daha süslü, daha çiçekli.. Bu renkli fondan faydalanmak üsteyen bir düğün alayı ile karşılaşınca herşey daha da renkleniyor. Sokaklarda atlayıp, zıplayıp neşeli kareler çekiyorlar, ben de onları… Yemekten önce yol üzerinde çok fotografik eski liman Porto Vecchio’nun güzelliğini de görüp birkaç kare çektikten sonra artık gerçekten yemek zamanı.
Adresimiz: 1910’da kurulan Osteria Perricci. Mavi beyaz masalı taş duvarlarındaki raflarda geleneksel Puglia seramiklerinin sıralandığı bu lokanta daha ilk anda burnumuza çarpan sarımsak ve taze deniz mahsulu kokusu ile bizi heyecenlandırıyor. İç salonda, İtalyanlar’ın bağıra çağıra neşeyle konuştukları kalabalık masanın heme yanında oturuyoruz. Devamını anlatmayayım işte, siz anlayın.. Şahane antipastiler, “denizden o gün ne çıktıysa” karışık kızartma, salata ve bira.. Doğru bir adreste olmak insanı nasıl da mutlu ediyor..
Çıkışta sokakları gezmek var ama bu sıcakta denize girmek daha iyi fikir değil mi? Denizin kenarında, sanki bir tepsinin içinde toplanmış gibi görünen şehin kıyısından yürüyerek, kayalıklarda güneşlenenleri, manzaraya karşı tek katlı evinin önünde içenleri seyrederek plaja varıyoruz. Burası şehrin içindeki en kolay ulaşılan plaj. Deniz çok güzel, rengi inanılmaz ama kıyı pek kalabalık. Bana artık birşey oldu; normal yerlerden, plajlardan girmek istemiyorum denize.. İlla ki bir vahşiliği olacak!.. Cala Porta Vecchia plajını geçip kayalıkların arasında tam aradığımız ortamı bulunca hoop suya!. Kalan vaktimizin son damlasına kadar sudan çıkmak yok. Sonrasında mayoyu kurutmaya zaman da.. O zaman elde ıslak mayoyu sallaya sallaya istasyona doğru ama bu kez hiç geçmediğimiz başka sokaklardan tadını çıkara çıkara yürüyoruz.
Bazen böyle kısacık, tadı damağında kalan ziyaretler sanki daha bir güzel..
Film tadında Polignano A Mare
Araya Monopoli’yi katmasak Bari’den direkt trenle geçecektik Polignano’ya ama bir yer fazladan görmek istedik.. Bizi Monopoli’den 10 dakikada Polignano’ya götürecek trenin bileti 1.10; beklerken içtiğimiz granita ise 1,5 €. Trene beş var.. tren zamanı.. treni beş geçiyor..gelmiyor..İtalya’da trenin rötarı meşhurdur; “attenzione” dedi mi kork, hemen arkasından “ritardo”lu bir cümle geliyordun kesin!.. Burada da geliyor.. 20dk. 30dk. 50dk.. o kadar uzun rötar yiyoruz ki sıcaktan değil, üzüntüden eriyorum. Orada tanışmak için şahane bir kasaba var, bekliyor, gidemiyorum. Güneş gidiyor, ben gidemiyorum. Nihayet gelen tren bizi ancak 6’ya az kala istasyona bırakıyor. Koşa zıplaya resmen akıyoruz sokaklardan kıyıya..
İlk hedef elbette güneş henüz batmadan Puglia’nın en meşhur plajı Spiaggia Lama Monachile’yi görebilmek. Çok zor olmuyor, yine telefon haritası desteği ile ulaşıyoruz. Önce tepeden bakış. Vaayy!. Buymuş demek! Hoşş!.. Haydi inelim!. Birkaç noktadan bu eşsiz koya inen yollar var, hemen ilk gördüğümüzden inip kıyıya varıyoruz. Artık güneşin batışa geçmesi ile yavaş yavaş boşalıyor plaj; birkaç inatçı su kuşu dışında herkes sudan çıkıyor, kimisi kıyıda oturuyor.. Birbirimize soruyoruz; Eee, girmeyecek miyiz? Olur mu öyle şey!. Buralara gelip bu suya girmeden dönülür mü? Hemen şipşak mayo giyme formülümüzü devreye sokup bu kez atlamadan, kıyıdan kıyıdan, ağır ağır giriyoruz.
Suya giriş anından sonra herşey başka, herşey sihirli. Suyun içindeki bakış açınla hemen başının üzerinde yükselen şehire, etrafını saran kayalara, yavaştan pembeleşen ufka bakmak bir başka.. Çok inanılmaz şeyler yapınca biraz gözlerim sulanır; burada da o oluyor.. Puglia’dayım ben.. yıllarca hayalini kurduğum Puglia’da ve dün baktığım o kitaplardaki plajlardan en inanılmaz olanında!.. Bu an kesinlikle sihirli..Sırtüstü dönüp kollarımı iki yana açıyorum… gökyüzüne ve tepemde yükselen şehre uzun uzun bakıyorum..şanslıyım..kabul ediyorum..
Geç kalıyoruz diye tren istasyonunda ne kadar üzgündüm.. Meğer o da sebepliymiş.. Bu anın tadını çıkarmak için plajın biraz tenhalaşması gerekliymiş…
Nihayet sudan çıkabildikten sonra buradan kaç fotoğraf çektim, saymadım, bilmiyorum ama bana burada yaşadığım hissi içlerinden en azından bir tanesinin hatırlatabilmesini ümit ediyorum.. Bir karede ileride, kayaların oradan suya atlayan bir kızı havada durdurduğumda o çok sevdiğim söz var aklımda: “İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir.”
Yüzdüğüm sürece merakımı canlı tutan, o kayalar üzerine şiir gibi kondurulmuş kasabada yürümek için can atıyorum şimdi..Hemen ilk kapıdan eski şehrin içine giriyoruz. Oldukça kalabalık, canlı. Küçücük meydanlarda lokantalar, kahveler, sıra sıra dükkanlar. Böyle insanı ilk anda sarmalayan tam bir sayfiye kasabası. Belli ki insan burada bir pansiyonda falan kalıp çevre kasabalara da giderek şahane bir tatil geçirebilir. Bunu yapan o kadar çok insan var ki burada. Galiba birazcık kıskanıyorum onları; seneye de biz gelir kalırız di mi? diyorum. :)
“Terrazza Panoramica” tabelası gördüğümüz aralıktan girip labirentimsi sokaklarda yürüyor, her köşeden çıkan manzaraya hayran olup bol bol fotoğraf çekiyoruz. Yol giderek süslü bir sokağa dönüşüyor.. Merdivenlerde çiçekler, süsler ve basamaklarda yazılar..kapılarda yazılar.. Gelmeden önce şairler sokağndan bahseden bir şey okumuştum burası hakkında. İşte sanırım o sokak, bu sokak. Tüm kapılarda şiirler yazıyor. İtalyanca. Anlamıyorum ama tek tek kapılara bakıyorum, okuyorum.
Bu yürüyüş sonunda bizi o müthiş manzaranın zirve noktasına ulaştırıyor. Balconata di Santo Stefano. Önümüzde uçsuz bucaksız derin mavi bir deniz, sağımızda şehir, suda tek başına bir kayık..Sonsuz bu olmalı. Hemen köşede bu ortamı film setine çeviren fon müziğinin geldiği Lime diye bir yer var. Herkes kapısının önündeki masalarda oturmuş birşeyler içiyor. Niye ki? Hayır, bu manzara varken o masalarda oturmak niye?. Ben hemen içeri girip iki kadeh beyaz istiyorum; parasını hemen ödeyip kadehleri alıp çıkarken adam da bakıyor nereye diye.. Tam balkonun önüne gelip kadehleri korkuluklara koyup manzarayı tamamlıyorum. Bana mutluluğu tanımlayın..aşkı tanımlayın..kusursuzu tanımlayın.. İşte hepsi gün batarken tam bu noktada olmak..
Güneşle vedalaştıktan sonra artık yemek zamanı. Birbirinden çok farklı iki seçenek var önümüzde. Mağaranın içinde konumlanan meşhur Grotta Palazzese ve Pesccaria. Gerçekten ikisi o kadar farklı ki.. Palazzese buradaki en ikonik mekanlardan biri. Kayalıkların arasında, bir mağara oyuğunun içinde yer alıyor; az önce terastan görebildiğimiz yerde..Şık, romantik, belki unutulmaz bir tecrübe; bazı insanlar burada evleniyor, düğün yemeği yapıyor.. Ama son treni yakalamak gibi bir dertleri olan ve saçlarında tuzlu su olan bir çift için şu an uygun mu? Hani seneye yine gidip Poliganano’da kalacağız ya..işte o zaman gideriz oraya.. Şimdi istikamet Pescaria. İçeri girip kasaya siaprişini verip numara alıyorsun; sonra şanslıysan kapı önündeki fıçılarda, olmadı karşı dükkandaki sıralarda yer buluyorsun.Biz şanslıyız; kapı önündeki bir fıçıyı konuşkan bir İtalyan hanımefendi ile paylaşıyoruz. :) Burada herşey denizle ilgili. Menü efsane. Çok da modern!. Pescaria’ya bayılıyorum. Daha sonra Lecce’de de görüyorum ama asıl Milano’da da açılacağını duyduğuma çok seviniyorum…
Yemekten sonra doyamadığımız sokaklarda biraz daha yürüyüp buradan bir anı almak için geç saatlere dek açık dükkanlara girip çıkıyoruz. En beğendiğim daha kasabaya ilk girdiğimizde kapı önündeki renk renk seramikleri ile ilgimi çeken La Contesse “Le Ceramiche Pugliesi”. Bu Puglia seramikleri ibaresini buradan sonra hangi dükkanda görsek aynı ürünlerle karşılaşıyoruz ve ben hepsinden zaten çok zor ayrılıyorum!.. İşte bu dükkandan bize buraları hatırlatacak seramikler ve yüzdüğümüz yeri hatırlatacak bir denizatı magnet alıyoruz…
Bari’ye giden son treni beklerken aklımı kurcalayan tek bir şey var: Anı biriktirilir mi, bırakılır mı? Biz buraya anılar bıraktık.
…
Böylece kahramanlarımız gece Bari’ye döner ve dün söz verdikleri üzere Piazza Mercantile’ye yürüyüp Martinucci’den dondurmalarını yer ve Puglia gezisinin birinci bölümü burada biter :)
Hikaye İÇİMDEKİ YOLCULUK: PUGLIA II‘de devam ediyor..
Çok sevdiğim bir romanı okur gibi okudum. Çok beklenen ve istenen bir gezi olduğu o kadar belli ki . Okurken gerçekten yaşadım. sanki. Çok gezi yazısı okuyorum ama bu kadar keyif veren az gerçekten. Devamını merakla bekliyorum.
Çok teşekkür ederim, çok mutlu oldum :) sevgiler..
Pingback: İÇİMDEKİ YOLCULUK: PUGLIA – II | Gezici Günlük