AIX EN PROVENCE’DA GÜZEL BİR GÜN

By | 30 Kasım 2013

 

aix_en_provence_notlari

‘Güney Fransa’ her dönem çekici gelmiştir bana.. Lavanta tarlaları, üzüm bağları, empresyonist ressamlar, yavaş akan hayat çağrışımlarıyla hep ‘bir gün mutlaka’ listemde olan Provence bölgesine kapsamlı bir seyahat için henüz vakit ayıramamış olsam da kıyısından köşesinden bulaştığımı düşünüyorum..

Bağlar ve lavantalar arasındaki sakin yanını sonraya bırakıp Marsilya’da yavaştan akan hayata dahil olma hayaliyle uçağa atladığımda günübirlik bir Aix ziyareti kafamdaydı..
Maksat havayı koklamak, şöyle bir bakıp fikir sahibi olmaktı.. Gelecekte yapılacak şato, bağevi konaklamalı Provence-Luberon tatilinin mini flörtü olacaktı…

İşte bu düşünceyle çıkılan yolda güneşli bir Ekim sabahı Aix-en-Provence’a gitmek üzere Marsilya St.Charles tren istasyonundaydık.. İstasyonun önünden kalkan otobüse binip şöförden bir kişi 5.20 EUR’ya tek yön bir bilet almamızla Aix’e varmamız arasında tam 25 dakika var..
Otobüsten indikten sonra ilk önce La Rotonde’a doğru yürüyoruz. Çeşmeler, fıskiyeler şehrine en heybetlisi olan La Rotonde‘un su sesi ile merhaba diyoruz. Telefonumda tüm görmek istediğimiz yerler haritada işeretli ama yine de adettendir, basılı bir haritamız olsun diyerek köşedeki Turizm Ofisi’nden bir harita alıyoruz. Turizm ofisine girer girmez bu küçük şehrin ne kadar turistik olduğunu idrak ediyorum.. Son derece profesyonel bir turizm ofisi ile karşılaşmış olmak bana bunu düşündürüyor. İçeride sırada bekleyen -birçoğu da Amerikalı- diğer turistlerin soracağı şey çok, bizimse hiç yok!.. Haritayı alıp ofisin hediyelik eşya bölümüne de kısaca bir göz atıp çıkıyoruz keşfe başlamak üzere…
Cours Mirabeau’ya girer girmez az ötede kurulan pazar ve kalabalık karşılıyor bizi.. Pazar tezgahlarında el işleri, sabunlar, yörenin dokuma ve baskılarından dekoratif ev tekstili ve bir sürü de giysi, çanta, ayakkabı var.. Bir tezgaha yaklaştığımda çanta ve ayakkabıların dünya markalarının sahteleri olduğunu görmek beni şaşırtıyor.. Alışveriş şu anda hiç cazip değil, şehrin dokusuna bakmak, meydanlardaki kafelerde oturup hayatı izlemek niyetindeyiz..

İlk kahve molasını yine Cours Mirabeau üzerinde, zamanında Cezanné’nın müdavim olduğu Les Deux Garçons Cafe‘de vermeyi planlamıştık(No.53) Ancak buraya varmaya birkaç adım kala Cafe Grillon‘a vuran güneş altında sandalyelerine kurulmuş keyif yapan kalabalığı görünce fikir değiştirip buraya oturuyoruz.(No.49) Burası da yine çok eski ve iç dekorasyonu ile beğeni toplayan zarif bir kafe.. Akşam yemekleri için ayrılan üst salon oldukça şık..Garsonumuza kahve siparişini verir vermez Marsilya’da hiç rastlamayışımıza şaşırdığımız meşhur ‘Ukala Fransız Garson’ tiplemesiyle de nihayet karşılaşmış olduğumuzu anlayıp bundan da bir eğlence çıkarıyoruz.. Kahve güzel, kafe güzel, hava güzel, etrafımız turistlerle çevrili öylece 15-20 dakika geçiyor..
Grillon’dan kalkınca istikamet arka sokaklar.. Önceden işaretlenen tüm ara sokaklarda geziyor, dükkanlara girip çıkıyor, küçük meydanlara çıkıyoruz.. Şehrin renkleri, havası keyifli, tek sorun çok turistik ve çok gürültülü olması.. Şu anda yazarken bile kalabalığın uğultusunu, Roma’da bile bu kadar dikkatimi çekmeyen motorsiklet gürültüsünü anımsıyorum..

Passage Agard, Place Hotel de Ville, Rue Espariat, Rue d’Italie, Rue De L’Opera, Place Des 3 Ormeaux, Place d’Albertas, Place de L’Archevéche başta olmak üzere şehrin eski bölgesinde olabildiğince fazla sokağa girip çıkarak dolanıyoruz.. En meşhur meydanlar ve sokaklar yine çok klalabalık ama yeterince dolanınca sakin, kuytu, kafamıza göre köşeler de yok değil.. Yine sokaklar arasından başka bir meydanda bu kez bir gıda pazarı çıkıyor karşımıza.. Zeytinler, baharatlar, domatesler, meyveler arasında oyalanıp bir tezgahtan siyah tuz, kurutulmuş mantarlı çeşni alıyor, sonradan saf vanilyalardan niye almadık diye dertleniyoruz..

İki meydanı çok seviyorum burada.. Place d’Albertas birincisi.. 1745’ten kalan Barok ve Rokoko meydan daha önce karşıma çıkan hiçbir meydana benzemiyor.. Çok detaylı anlatarak görecek olanların heyecanını kaçırmak ya da kafalarında bambaşka bir fotoğraf yaratmak istemiyorum..Bana çok büyülü gelen bu meydanda bir süre kapıların önünde oturup fotoğraflar çekiyoruz..
Diğer sevdiğim meydan ise öğle yemeğini tam ortasında yediğimiz Place Des 3 Ormeaux… Geçtiğimiz popüler sokaklardaki hiçbir restoranı çekmiyor canım.. Daha az turistli, yerli insanı göreceğimiz, provençal mutfağı deneyebileceğimiz bir yer var kafamda.. İşte bu küçücük meydanın ortasında bir çeşme, yanında ya tam düşündüğüm gibi bir küçük restoran L’Epicerie.. Meydana dizilen küçük masalarında iyi ki bir yer buluyoruz.. Evet yine turist var, bir kere biz varız!, tamam ama öğle molasında gelen şehir yerlileri de etrafımda olunca işte budur! diyorum.. Meydan harika.. Sakin bir kere.. Ortadaki çeşmenin altına bir buz kovası içinde bir şişe bölgenin ‘blush’ı AIX konulmuş, su öylece şırıldıyor.. Güneş binalara vurup duvarlarını renklendirmiş ama bize ancak ağaçların arasından sızarak ulaşabiliyor.. Etrafımda hep eski ve zarif binalar, masalarda hep şık, güzel, gülümseyen insanlar var.. Yemek provensal değil, dünya mutfaklarından ama olsun, yemek de ortam da lezzetli ya, gerisi boş.. Yemek bitti, kahveler içildi, restorana ait gurme ürünler dükkanı gezildi, hiç gidesim yok!.. Buradan zar zor ayrılıp Musee Granet‘ye doğru giderken yine ara sokakların küçük dükkanlarında oyalanıyoruz. Aix’de hemen hemen tüm önemli lüks markaların butikleri ya çok markalı mağazalar içinde bölümleri var. Bunun yanısıra özellikle aksesuar, takı konusunda birçok dükkan, düçük tasarım objeler satan dükkanlar da çok.. Biraz dikkatli bakınca sokakları dolduran turistlerin cafe ve restoranlarda sürdükleri tatlı hayattan kalan zamanda, kollarını lüks butik poşetleri ile doldurduğu gözleniyor. Biz de bu büyüye biraz kapılmış olmalıyız ki yolumuz birkaç tasarım takı mağazası ve Paul Smith butikten geçiveriyor!.. Ama onlardan önce adresimiz müze.. Bu günkü gezimizin sanatsal kolunda Cezanné’ın atölyesini ve bu müzeyi ziyaret etmek planlanmıştı ama gezi tempomuza ve ruh halimize bakarak atölyeyi iptal edip müzeyi geziyoruz. Çok büyük bir müze değil Musee Granet belki ama önemli eserlerin evsahibi.. (Place St.Jean de Malte) Picasso, Cezanné, Ingres ve Rembrandt görerek mutlu ayrılıyoruz..
Yine sokaklarda gezmeye, kendimizi meydanlarda bulmaya devam.. Meşhur badem ezmeli Calisson‘u tarihi şekerlemeci Bremond‘dan alıyoruz. (Rue d’Italie, 16) Ama daha önce çok defa dile getirdiğim gibi bu sadece badem aromalı bir şekerleme olabilir. Fiyatı bizim Meşhur Bebek Badem Ezmesi ile yarışır ama tadı; asla!..

Dar ve eğlenceli görünen bir sokakta duvar dibine dizili sandalyelerde verdiğimiz kahve molası bir iki dakika içinde yine motor gürültüsü ile sabote edilince acaba akşam yemeğine canımız ciğerimiz Marsilyamız’a mı dönsek diye bir fikir geçiyor zihnimizden.. Hemen pes etmek yok, biraz daha dolanalım diyerek yine küçük bir meydanda bir sokak müzisyenini dinlerken buluyoruz kendimizi.. Meydandaki kestaneciden bir külah kestane alarak Aix’deki en komik dakikalarımıza da giriş yapmış bulunuyoruz. Delisi, dilencisi, gevezesi, hepsi gelip hatırımızı soruyor sağolsunlar.. Sabırla mücadelemizi veriyor, direniyor, sonunda pes edip kestanemizi çöp ve şarap kokulu sokak adamlarıyla paylaşıyoruz!.. Böyle anlatınca kulağa hoş gelmediğinin farkındayım ama inanın öyle keyifliydi ki bir daha hiç öyle zevkli ve lezzetli kestane yiyemedim diyebilirim:-)
Hava kararmaya başlayınca yine kalabalık bir meydanda oturup olmazsa olmaz zeytin/pastis keyfine başlıyoruz.. İkram edilen zeytinler öyle lezzetli ki ikinci pastisleri sırf bir tabak daha zeytin yiyebilmek için söylüyoruz.. Gelen geçene, karizmatik garsonumuza sarıyor, az önceki kestane krizine gülüyor ve çok güzel vakit geçiriyoruz.. Galiba burayı sevdik.. Kalabalıktan, turistten biraz şikayet etmedik değil ama güzel şeyler yaşadık burada.. Garip bir şekilde insanın içine neşe, coşku veriyor bu şehir çünkü..

Kafalar biraz güzel, keyif de yerindeyken kalkıp gidelim artık dedik.. Dönüş yoluna doğru yürümeye başlarken güzel bir ekmek fırını çarptı gözüme. Takıntım var, her şehirde ekmek almam lazım benim.. Bir şehirde fırına girip ekmek almak sanki az sonra evime gidecekmişim, burada yaşıyormuşum hissi verir bana.. İşte onun için burada da fırın görünce dayanamadım.. Bol üzümlü, fındıklı, cevizli, şenlikli bir ekmek kapıp düştük yola.. Ama yok, az önce dedim ya, ekmeği aldık mı tamam, buralıyız artık ötesi yok!.. ‘Ne acelemiz var, mahallemizde dolaşıyoruz’ modunu açtık bile!..Hiç hesapsız giriverdik yolumuza çıkan restoran Le Caleche’e(Rue de la Messe, 10)… Küçük, samimi, güzel yemekli Le Caleche‘de sahibi ve daha önce Antalya’da çalışmış garsonuyla sohbete ilaveten ‘Fillet Boeuf’, bir küçük kırmızı, kahvenin yanında müessesenin ikramı İspanyol likörünün de sonuna gelince, son otobüsü kaçırmadan Marsilya’ya dönmenin vaktidir..

Sonuç: Kaçarı yok, o Provence / Luberon tatili birgün elbet yapılacak.. Ve o zaman bu neşeli şehre de yine yolum düşecek.. Lavanta tarlaları, üzüm bağları arasında yanlızlık hissedersem eğer, burada Aix’de gürültülü kalabalıklara karışacağım… Ama o gün gelinceye kadar Aix-en-Provence’da geçirdiğim bu güzel günü hep keyifle anacağım…

aix_en_provence